Ülkemizdeki zenginlik ile yoksulluk arasındaki uçurum her geçen gün daha da derinleşiyor. Bir yanda görkemli binalar, lüks arabalar ve zengin yaşam tarzları; diğer yanda ise bu hayattan uzak, çocuklukları çalınmış genç nesiller. Dickens’ın romanlarındaki gibi bir dünya gerçek oluyor ve bu durum, bir acı gerçeği gözler önüne seriyor. Zengin ülke, fakir çocuklar; bu konuyu ele alırken, sadece istatistiklere değil, aynı zamanda bu çocukların hayatlarına ve karşılaştıkları zorluklara da odaklanmalıyız.
Bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de ekonomik eşitsizlik giderek artmakta. Son yıllarda yapılan araştırmalar, ülkenin en varlıklı %10’luk kesimin, tüm ülke servetinin yarısından fazlasına sahip olduğunu ortaya koyuyor. Ancak bu durum, toplumun çok büyük bir kesimini etkileyen yoksulluktan ve bunun sonucunda oluşan çocuk yoksulluğundan bağımsız değil. Özellikle Anadolu’nun dört bir yanında, maddi imkânsızlıklar yüzünden birçok çocuk yoksullukla mücadele etmek zorunda kalıyor. Sosyal politikaların yetersizliği ve eğitim sistemindeki aksaklıklar, bu durumun daha da içinden çıkılmaz bir hale gelmesine sebep oluyor. Çocuklukları okula gitmek, oyun oynamak ve hayaller peşinde koşmak yerine, zorunlu işlerde çalışmakla geçiyor.
Yoksul çocuklar, yalnızca maddi sıkıntılarla değil; aynı zamanda psikolojik zorluklarla da baş etmek zorundalar. Çoğu zaman, ailelerin ekonomik durumu çocukların eğitim hayatını ve geleceğini tehdit ediyor. Eğitime erişim, sadece okul masraflarıyla sınırlı kalmıyor; aynı zamanda elektrik, su ve beslenme gibi temel ihtiyaçların karşılanamaması da söz konusu. Bu koşullar altında büyüyen çocuklar, birey olma mücadelesini sürdürmekte zorlanıyor. Devlet destekli projelerin yetersizliği ve toplumsal farkındalığın eksikliği, bu dramatik tabloyu derinleştiriyor. Eğitim alabilen çocuklar bile, yaşadıkları zorluklar ve mücadeleleri dolayısıyla psikolojik travmalar yaşayabilmekte.
Çocukların hikayeleri tek bir yerde son bulmuyor; her biri birer yaşam öyküsünü barındırıyor. Ana babaları işsizlikle baş ederken, çocuklar ise açık hava oyunlarına ve arkadaşlık ilişkilerine veda ediyor. Çoğu zaman geçim sıkıntısı nedeniyle okula devamsızlık oranları artmakta; bu durum da bir nevi kapanmaz bir daire oluşturmakta. Birçok çocuk, hayallerinde var olan potansiyeli gerçekleştirememekte, kaybedilen fırsatların hem bireysel hem sosyal kalıcı etkilerini görmekteyiz.
Oysa ki, toplum olarak sorumluluk alıp bu görmezden gelinen duruma karşı adım atmadıkça, bu acı gerçek değişmeyecek. Farklı gönüllü kuruluşlar, yerel yönetimler ve bazı iş insanları, çeşitli projelerle bu çocukların hayatına dokunmaya çalışıyorlar. Ancak bu mücadeleler, sadece bireysel ya da yerel çabalarla sınırlı kalmamalı. Ekonomik eşitsizlikle baş etmek için daha güçlü bir toplumsal bilinç oluşturulmalı, devlet politikaları da bu konuyu merkeze alarak yeniden şekillendirilmelidir.
Tüm bu yaşananların ardından şu soruyu sormak kaçınılmaz: Geleceğimizin teminatı olan çocuklarımız için ne yapmalıyız? Onlar, bizim hayallerimizi gerçekleştirecek yeteneklere ve potansiyele sahipken, neden bu imkânları onlardan esirgemek zorundayız? Eğer bu soruların cevabını bulamazsak, Dickens’tan farksız bir hikaye yaşamaya devam edeceğiz. Bir yudum zenginlikte kaybolan çocukluklar, sadece birer sayfa değil; insanlığın karanlık bir tablosunun parçası haline geliyor.
Sonuç olarak, zengin bir ülkenin içinde gelişen bu yoksulluk hikayesinin değiştirilmesi hepimizin görevi. Birlikte hareket edersek, çocukların hayallerine ulaşmalarındaki engelleri ortadan kaldırabiliriz. Gelin, hep birlikte geleceğimizin teminatı olan çocuklarımıza sahada, eğitimde ve sosyal hayatın her alanında destek olalım. Çünkü bir ülkenin gerçek zenginliği, bu ülkenin çocuklarının mutluluğunda yatar.